“Tazminatı öder kurtuluruz”

author

HÜSEYİN AYGÜN

[email protected]

2021.10.27 08:57

Türkiye, 1990’ların başında milletlerarası bir mahkemenin hak yetkisini kabul etti. Bu, devlet olarak yargılanmayı ve o mahkemenin verdiği kararlara uyacağını ilan etmek demekti. Az Kalsın yarım asır evvel imzalanmış, Türkiye’nin “birincil imzacısı” olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 20. maddesi temelinde kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi idi bu duruşma. Her şey “adi” görünüyordu.

Oysa 1990’lar, diğer bir dönemin de başlangıcıydı. PKK’nın çoğalan saldırıları, büyüyen şehitler, devlet cephesinde kısa zamanda “terörle mücadele” adı aşağı bir askeri konseptin hayata geçirilmesi sonucu, Türkiye’nin doğusundaki köylerin yakılması, boşaltılması, hapishanelerin doldurulması, faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, yargısız infazlar patladı.

Bu patlama, mahkemenin adalet yetkisini kabul etmiş Türkiye’ye karşı açılan davaların da artışı, peşinde devletin AİHM’de birbirini izleyen mahkum edilmesiyle sonuçlandı. İşkenceden insan öldürmeye, gözaltındaki bir bireyi kaybetmekten gazeteleri ve siyasi partileri kapatmaya, hatta gazete binalarını havaya uçurmaya dek bir dizi insanlık ve demokrasi dışı olay yaşandı.

Bahsettiğimiz askeri konseptin “sivil” ayağında kararlıca duran bir profesör, bayan başbakan birkaç ayda bir yol ayrımına gelmişti. Büyüyen mahkumiyet kararlarının gereğini yerine getirmek demek, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne minimum saygıyı ve daha bir iki yıl evvel AİHM’in adalet yetkisini tanımış olmaktan kaynaklanan yükümlülüklere uymayı gerektiriyordu. Ama o, kendince açıkgöz diğer bir yol seçti.

Kurmaylarıyla yaptığı bir buluşma sonunda etrafında toplanan gazetecilere, “AİHM tazminatını öder, kurtuluruz” deyiverdi. Fakat tazminat ödemek, AİHM’in mahkumiyet kararlarının en önemli parçası değildi. Tazminat ödemekten öte, ihlal kararının gereği olarak Anayasa ilk önce almak üzere iç yasaları aranje etmek, işkenceye bitirmek, güvenlik görevlilerinin günaşırı insan öldürmesini ya da gözaltında insan kaybetmesine bitirmek demekti. Ama bayan başbakan işte bunları yapmak istemiyordu.

Türkiye 2000’li yılların başında “ahenk yasaları” ile iç mevzuatını iddiaya göre AİHS ile ahenkli ışık halkası getirdi. Fakat ne bu mahkemedeki mahkumiyetler, ödenen tazminatlar ne de Türk halkının şikayetleri azaldı. Hatta Türkiye bu mahkemeye “en fazla şikayet edilen” ve “en çok hükümlü edilen ülke” unvanlarını adeta hiç yitirmedi (Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin verilerine kadar, 31 Aralık 2020 itibarıyla AİHM’in “uygulanmayı bekleyen” karar sayısı 5.233, “en fazla uygulamayan ülkeler”de Rusya 218 karar ile birinci, 103 karar ile Türkiye ikincidir).

Aradan çeyrek yüzyıldan da fazla bir zaman geçtikten sonra, görevleri gereği AİHS madde 46’yı ve özellikle Türkiye’nin ’90’ların başında altına imza attığı “kişisel dilekçe yetkisini tanınma” beyanını hatırlatan 10 ülke büyükelçisine yapılanlara bakınca, Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi Tansu Çiller’in bıraktığı yerden daha geriye doğru götürdüğünü cümbür cemaat görüyor.

Üstelik sorun, Kavala ve Demirtaş gibi “ünlü” tutuklulardan ibaret de yok, ”isimsiz-sansız” sayısız insan hapishanelerde “AİHM kararının yerine getirilmemesi” sebebiyle çürümeye devam ediyor.

Yorum yapın