Yeni sergisi ile sanatseverlerle buluşan sanatkâr Zahit Büyükişliyen, “Ben izleyicinin düşünerek algılamasını istiyorum… Plastik öğelerle kavramsalı birlikte yoğurmak bana yakın ve çekici geliyor” diye konuşuyor.
İBRAHİM KARAOĞLU
Sanatçının kimliğini biçimlendiren en temel etkendir geçmiş. Sanatsal yaratı serüvenin içinde şimdiyi peşine düşüp takip eder defalarca ve bilinçaltının en kuytu dehlizlerinden sızar tuvallere; sırık verir resimlerin içinde. Geçmişin en özel mekânıdır çocukluğumuzu yaşadığımız yer. O yerden ayrılıp uzaklara gittiğimizde oluşan tarifsiz, derin nostalji; sanatın kurgusunu şekillendiren imgelemlere dönüşür birçok vakit. O kentin rüyalarımızda dolaşan haritaları olur o resimler; içini, belleğindeki imgelerle geri dönüş yerine çeviren usta; her şeyi yeni bir dille kendi imgeleminin grameriyle görselleştirir. Ressam Zahit Büyükişliyen’in son resimlerinden oluşan “Alexandrette 1921-İskenderun 2021” sergisi, sanat ve nostalji kavramı ilişkisini ve kavramsal olanın plastik değerlerle yetkince varsıllaşabileceğini vurguluyor.
Düşlerini, duygularını, düşüncelerini; incelikli, sağduyu, eşsiz bir biçemle sunan ve yaratım sürecini; ekspresyonist bir dille, yaşama manâ katarak, sorgulayarak, kendine özgü görsel imgelerin yoğunluğuyla varsıllaştıran yetkin bir ressam Prof. Dr. Zahit Büyükişliyen. Her sergisini konsept (kavram) üzerinden kurgulayan duruşunu yitirmedi hiç. Son sergisine ilişkin söyleşirken, önce kavramsallığı sorguladık.
KONU ÖNEMLİYDİ
Resimlerinde kavramların yer almasının, 1974’cilt daha sonra başladığına aksan yapan Büyükişliyen, “Lakin plastik, yani resimsel duruştan bir türlü vazgeçemiyordum” diyor. Büyükişliyen, 70’li yıllardan gelen serüvenini şöyle anlatıyor: “Almanya’da diploma alabilmek için, sosyal içerik ya da kavramların yer alacağı kuramsal bir tez kâğıda dökmek gerekiyordu. Tematik olarak, o günlerin (ve hâlâ bugünlerin) dikkate layık konusu çevre kirliliği ve çarpık kentleşme idi. Ben de, Türkiye’de kayda değer bir sorun haline gelen bu konuyu seçtim. 1970’li yılların sonuna dürüst, Ankara nüfusunun yüzde 75’i, İstanbul’un ise yüzde 85’i gecekonduda yaşıyordu. İstatistikler, parametreler, sosyolojik çalışmalar, kırsal kesimden büyük kentlere göç teması, resimlerimin kavramsal yönünün tartma kazanmasına niçin oldu. Kent planları, haritalar, mimari çizimler de, resimlerimde kayda değer birer unsur olarak belirmeye başladı. Almanya’da kurduğum üç Türk ve üç Alman sanatçıdan oluşan “K Grubu” ile Almanya’nın çoğu kentinde ve Türkiye’de sergiler açtık. Bienallere katıldık. Bu tema, izleyiciler göre çok ilgi görüyordu.” Hikâyenin devamında yani Türkiye’ye döndüğünde de kaldığı yerden devam ettiğini anlatan artist, “Ben izleyicinin düşünerek algılamasını istiyorum… Hem plastik öğelerle kavramsalı birlikte yoğurmak bana kendi dilim olarak yakın ve cazibeli geliyor” şeklinde konuşuyor.
Ve serginin temel izleğini nostalji oluşturuyor. Nostaljiye ilişkin oluşturduğu anlam çerçevelerinin içinde yorumluyor Alexandrette/İskenderun’u. İdealize edilmiş, kendinde olmayan büyüler atfedilmiş bir kenti yok, zamanın geri dönüşsüzlüğü üzerinden; dünden kalan çağrışımları, dünle yiteni özlemle anıyor. Geçmişi geri getirmek için yok, anılarla arasındaki uzaklığı çoğaltmamak için bu resimler. Dünü yeniden anmak ve bu resimler üzerinden İskenderun’u baştan anlamak istedik.
GEÇMİŞİNİ İRDELİYORUM
“Doğup büyüdüğüm Amanoslar’ın eteğindeki iskenderun’u özlüyorum. İskenderun’un geçmişini irdeliyorum” diyen Büyükişliyen, şehre dair düşüncelerini şöyle aktarıyor: “Büyük İskender’in Doğu seferinde Mısır’a sırası gelmişken otağını kurduğu küçük İskenderiye, Alexandrette nasıl İskenderun olmuş. Denizyıldızları, balıkçı ağları, palmiye ağaçlarıyla dolu o şirin deniz kasabası, Demir-Çelik fabrikasının kurulmasıyla nasıl göç aldı da böyle betonlaştı diye soruyorum kendime ve herkese… Gelişimini tamamlamış bir ticaret, lojistik kenti olan İskenderun’u seviyorum lakin üzülüyorum da… İskenderun doğal şartlar altında büyüyüp gelişmedi. Sürekli göç alıyordu. Amik Gölü kurutuldu, Amik Ovası büyüdü. Pamuk tarlaları toprak ağalarını daha da zengin ediyordu. İskenderun Limanı, lojistik merkezi idi. Doğu ve Güneydoğu’dan gelen ürünlerin, madenlerin sevk noktasıydı. Fransızların inşa ettiği liman gitgide artarak büyüdü. Hele 70’li yıllarda kurulan İskenderun Demir-Çelik Fabrikası, aniden 40 bin emekçi kapasitesiyle nüfusun en düşük 100 bin civarında artışına ve gecekonduların çığ gibi büyümesine sebep oldu. Dağ-taş beton ev doldu, körfez tez kirlendi. Deniz doldurularak güya bölge genişletildi fakat denizin tüm keyfi kaçtı. İklim ve çevre yine de mücadele ediyor, kendini korumaya çalışıyordu. Mesela palmiyelerin ne kadar seri büyüdüğünü görmek beni hep şaşırtmıştır…”
Bu özel sergiyi, 18 Kasım’a değin Nişantaşı’ndaki F Sanat Galeri’sinde izleyebilirsiniz.